TPD 8 Mart Basın Açıklaması: Türkiye'de kadının adı var mı?

psikiyatri.org.tr /

 TÜRKİYE PSİKİYATRİ DERNEĞİ 8 MART BASIN AÇIKLAMASI

TÜRKİYE’DE KADININ ADI VAR MI?

Türkiye Psikiyatri Derneği olarak bir 8 Mart’ta daha kadınların ruh sağlığı için endişeliyiz.

 

Endişeliyiz, çünkü;Ruh sağlığı uzmanları olarakbiliyoruz ki; tüm dünyada kadın ruh sağlığını olumsuz etkileyen en temel faktörler şiddete maruz kalma ve yoksullukturve bunlar kadınlara yönelik cinsiyet ayrımcılığının bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Ülkemizde her geçen yıl kadına yönelik şiddetin ve kadın cinayetlerinin arttığını, kadınların iş hayatına katılmalarının azaldığını,kadın yoksulluğunun arttığını ve böylece sosyal statülerinin gerilediğini ve hatta ‘kadınların’ sadece ‘aile’ için ve ‘aile içinde’ varlık göstermelerinin pekiştirildiğini görüyoruz. Birleşmiş Milletler 2011 Toplumsal Cinsiyet Eşitsizlikleri Göstergesi Raporu’nda Türkiye 118 ülke içinde 94. sırada yer alırken Norveç 1., İtalya 24., Birleşik Arap Emirlikleri 30., Suudi Arabistan 56., Kazakistan 68., İran 88. sırada yer almaktadır. Toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini belirleyen göstergenin hesaplanmasında ‘üreme sağlığı’, ‘kadını güçlendirme’ ve ‘işgücü piyasası’ boyutlarında ele alınmaktadır.Anne ölüm hızı ve ergenlik döneminde ortaya çıkan gebelikler üreme sağlığı verilerini;parlamentoda kadın temsiliyeti ve kadınların ilk öğretim sonrasında eğitime devam etmelerikadını güçlendirme verilerini ve kadının iş yaşamına katılımı daiş gücü piyasası verilerini hesaplarken göz önüne alınan etkenlerdir. Ülkemizde kadınların iş hayatına giderek daha az katılmaları, 18 yaş altındaki her 10 kadından birisinin evli ve çocuklu oluşu, meclisteki kadın sandalyelerinin oranının %14 olması bizi endişelendirmektedir.

Endişeliyiz, çünkü;Ülkemizde ‘kadın’ adının giderek örtbas edildiği dönemlerden geçiyoruz. Kadından sorumlu Devlet Bakanlığı ismi ‘Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’ olarak değiştirilmiştir. Kadına yönelik şiddeti önlemek için hazırlanan kanun tasarısının adı ‘Kadın ve Aile Bireylerinin Şiddetten Korunmasına Dair Kanun Tasarısı’ olarak düzenlenmiştir. ‘Kadın’ adı devlet kurumlarından ya silinmekte ya da aile ile birlikte anılmaya çalışılmaktadır. Biz hekimler olarak biliyoruz ki doğru tedavi ancak doğru tanı ile yani mevcut sorunun doğru isimlendirilmesi ile başlar. Kadını aile ile birlikte ailenin bir parçası olarak gören zihniyetin güçlenmesi kadına yönelik şiddetin nedenlerinden birisidir.  Yıllarca kendini ailenin reisi olarak tanımlayıp kadınları geleneksel aile anlayışının içine hapsederek onların her türlü kararı üzerinde söz sahibi olmayı isteyengeleneksel erkeklik anlayışı; kadınların özgürleşmesini, kendi kararlarını vermesini, kendi parasını kazanıp bu para üzerinde tasarruf sahibi olmasını, bakabileceği kadar çocuk doğurmayı istemesini, sokaklarda, sosyal yaşam alanlarında var olmayı talep etmesini, istediği kişiyle evlenmesini, birlikte olmak istemediği zaman ayrılmasını, boşanmasını engellemek için giderek daha çok şiddet uygulamaktadır. Kadına yönelik şiddeti azaltmak için polisiye önlemlerle birlikte ve onlardan daha önce mevcut geleneksel aile anlayışını eleştirerek vedeğiştirerek kadının sosyal statüsünün güçlendirilmesi, toplumsal cinsiyet ayrımcılığını gidermek için etkin politik müdahale araçları geliştirerek kadınların ve erkeklerin birarada eşit ve mutlu ilişkiler sürdürmesine olanak sağlanması gerekmektedir.

TPD olarak, dünyada bu konuda uygulanan eşitlikçi politikaların dikkate alınmasını ve toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamak üzere tüm devlet kurumlarının kendi içlerinde ve sivil toplumla işbirliği içinde çalışmasını ve önceliklekadın sorununun doğru olarak isimlendirilmesini talep ediyoruz.

Endişeliyiz, çünkü;ülkemizde halen 18 yaş altındaki pek çok kız çocuğu halen ailelerinin onayı ve zorlamasıyla evlendirilmekte, henüz kendileri çocukken çocuk doğurmaktadır.Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü tarafından 2008 yılında gerçekleştirilen Demografi ve Sağlık Araştırması, 18 yaşındaki her on kadından birinin (%9.7)ilk çocuklarını doğurmuş ya da hamile olduğunu göstermiştir. 17 yaşındakiler için bu oran yüzde 4,4, 16 yaşındakiler için 2,2 ve 15 yaşındakiler için yüzde 0,4’tür. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde (1948) temel insan haklarından biri olarak bireylerin özgür ve tam iradeyle evlenme hakkı tanımlanmıştır. Ancak ilgili taraflardan birinin eşiyle ilgili bilinçli bir karar vermek için yeterince olgun olmaması halinde iradenin özgür ve tam olamayacağı kabul edilmiştir. 18 yaş altındaki bir çocuğun özgür iradesiyle bir seçim yapması beklenemez. Kişilik gelişiminde erken çocukluk döneminin taşıdığı önem yüzyıllardır bilinmektedir ve psikiyatri bilimi bu konuyla ilgili pekçok veriye sahiptir. Kendisi çocuk olan bir ebeveynin çocuğuyla kuracağı ilişkinin niteliği, her yönden doyuruculuğu ve çocuğunun fiziksel ve ruhsal ihtiyaçlarını tam olarak karşılayabilmesi nerede ise imkansızdır. Bu yeni yetişen kuşağın ruh sağlığını da tehdit etmektedir. Ülkemizde ruhsal hastalıklar yaygındır; yapılan çok sayıdaki araştırma;birinci basamak sağlık kurumlarına başvuran her 5 ila 10 hastadan birisinde ruhsal bir hastalık bulunduğunu göstermektedir.

 

Bu konudaki bir diğer veri ise; kırsal alandaki kadınların daha erken yaşlarda evlenmesidir. 18 yaş altındaki evliliklerin çoğu tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de kırsal alanda gerçekleşmektedir. Bu yıl Birleşmiş Milletler 8 Mart’ın ana temasını ‘kırsal alanda yaşayan kadınların güçlendirilmesi’ olarak belirlemiştir. Kırsal alanda yaşayan kadınların güçlendirilmesi için temel adımlardan birisi çocukluk çağı evliliklerinin sonlandırılması için her türlü eğitimsel ve yasal çabayı harcamak olacaktır.

Endişeliyiz, çünkü; Ülkemizde kız çocuklarının okullaşmasını tehdit edebileceğini düşündüğümüz 4+4+4 yasası meclis gündemindedir. Aslında çocukluk çağı evliliklerinin temel neden ve sonuçlarından birisi de kız çocukların eğitilememesidir. Türkiye’de de okuma yazma bilmeyenlerin çoğunluğu kadındır. Halen ülkemizde dört milyona yakın kadın okuma yazma bilmemektedir. Ülkemizdekırsal alanda okuma yazma bilmeyen kadınların oranıkentlerde yaşayan kadınların 2 katıdır. Milli Eğitim Bakanlığı 2010-2011 örgün eğitim istatistikleri de halen 3 kız çocuğundan birinin (%33,9) orta eğitime ulaşamadığını göstermektedir. Son 20 yıl içinde bu orandaki azalma sevindirici bile olsa önerilen 4+4+4 modelinin kız çocuklarının örgün eğitime devam etmesi üzerine etkisi endişe yaratmaktadır. Geleneksel toplumsal cinsiyet rolleri ve bu rollerin erkeklere yüklediği evin geçimini temin etmek gibi sorumluluklar nedeniyle aileler öncelikle erkek çocuklarının eğitimini finanse etmeyi tercih etmektedirler. 4+4+4 modeli ile cinsiyet ayrımcılığından kaynaklanacak tüm diğer nedenler yanında bilimsel verileri de dikkate aldığımızda;özellikle yoksul aileler kız çocuklarını daha az maliyet nedeniyle evde, erkek çocuklarını örgün eğitim sisteminde okutmayı tercih edebilirler. Bu yoksul ailelerdeki kadınlar açısından içinden çıkılmaz yoksulluk kısırdöngüsünün devamlılığını sağlayabilir.Biz ruh sağlığı uzmanları olarak okulun tek etkisinin eğitsel yönde olmadığını ve çocukların ruhsal gelişimleri için sosyal bir çevrede akran topluluğu içinde yer almalarının önemini biliyoruz. Günümüzün bilgi teknolojilerine esir olmuş, giderek daha çok zamanını sosyal etkileşimden; arkadaş, komşu, akraba gibi yakın ilişki kuracağı kişilerden uzakta, evinde televizyon ve bilgisayar karşısında geçiren ve ruhsal hastalıklara daha yatkın insanlarının çocuklarını da erken dönemde sosyal etkileşimden kopararak evlerinde eğitim vermenin ruh sağlığı açısından oluşturacağı sonuçlar için de endişeliyiz.

Endişeliyiz, çünkü;Türkiye’de kadınların istihdama katılımda erkeklerin gerisinde olduğu ve yıllar itibariyle işgücüne katılım oranlarında düşüş olduğu görülmektedir. Kadına yönelik şiddetin artmasının nedenleri üzerine düşünüldüğünde erkekler ve kadınlar arasındaki eşit olmayan güç ilişkilerinin bir başka sonucuolan ekonomik şiddetin; kadınları zorla bağımlı bir konuma sokmanın toplumsal mekanizmalarından birisi olarakkadını ekonomik ihtiyaçlarından, sosyal haklarından yoksun bırakmanın yer aldığı görülmektedir.  Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü tarafından Şubat-2011’de yayınlanan “Türkiye’de Kadının Durumu” raporuna göre; Türkiye'de  kadın istihdamı sorunu son 20 yıldır giderek artarak varlığını sürdürmektedir. Raporda, kadınların işgücüne katılma oranının 1990'da yüzde 34,1,  2002 yılında yüzde 26,9, 2004 yılında yüzde 25,4, 2009 yılı için yüzde 26 olarak  gerçekleştiği kaydedilmiştir. Kadınların ve erkeklerin eğitim düzeylerinin yükseltilmesi, kadın istihdamının arttırılması ve yaptıkları işler karşısında tatminkar ücret almalarının sağlanması şiddetin artışını önlemekte alınacak temel önlemlerdendir. Kadınların sosyal ve ekonomik gelişmelerden yararlanabilmeleri de işgücü piyasalarına katılımları ile yakından ilgilidir; çalışma yaşamı kadınlara ekonomik özgürlük sağlarken, özgüvenlerini ve toplumsal saygınlıklarını artırmakta, aile içindeki ikincil konumlarını iyileştirmektedir. Kadınların işgücüne katılımında şu anda yasal açıdan görünür herhangi bir ayrım olmamasına rağmen,başta ev işleri olmak üzere çocuk, yaşlı ve hasta bakımının kadın işi ve kadın sorumluluğu olarak tanımlanması, kadınların bu nedenlerle işe devamlarının aksaması, iş verimlerinin düşebilmesi rekabete dayalı mevcut serbest piyasa anlayışı içinde kadın çalışanların tercih edilirliğini de azaltmaktadır.  Ayrıca ev ve bakım işlerinin  sorumluluğunu üstlenmek, kadınları güvenceli ve ücret karşılığı çalıştıklarıiş hayatından uzaklaştırmakta, çalışma hayatına girebilen az sayıdaki kadının özellikle ev içi sorumlulukların arttığı dönemlerde sıklıkla ‘aile’ baskısıyla işlerindenayrılmalarına neden olmakta ve iş hayatlarında kariyerlerinde yükselme ve potansiyellerini ortaya koyabilmelerinin önünde engeller oluşturmaktadır. Ev ve bakım işlerinin sorumluluğunun kadınlar ve erkekler arasında paylaşılması aynı zamanda çok sayıda sorumluluktan dolayı sık olarak tükenme sendromu yaşayan çalışan kadınların ruh sağlığında düzelme sağlayacaktır.

Endişeliyiz, çünkü; Halen kadına yönelik şiddet davalarında “haksız tahrik indirimi” uygulanmaktadır; kadının tüm davranışları – elbise seçimi, ses tonu, öfke ile söylenen sözleri, boşanmak istemesi gibi- failin işlediği suçun hafifletilmesine gerekçe teşkil edecek şekilde kullanılmakta, yasa koyucu cinsiyete dayalı bir ayrımcılığı kabul etmekte ve onaylamaktadır. Halen mevcut yasalara göre yargı organlarınca hekimlerin cinsel tacize uğrayan çocuk ve kadınların ruh sağlığının bozulup bozulmadığını değerlendirmeleri istenmektedir. Her anlamıyla fiziksel, ruhsal ve cinsel şiddete uğrama kısa ve uzun vadede ruh sağlığında bir çok değişikliğe yol açacak olduğu bilinmektedir. Cinsel tacize uğramış birisinde o anda ruhsal hastalık tespit edilmemiş olması, uzun vadede ruhsal hastalıkların gelişmeyecek olması anlamına gelmez.Cinsel şiddet süreci ve sonucu itibarı ile kişinin bundan sonraki dönemde insanlarla ilişkilerini, cinsel yaşamını  etkileyecektir.

Sonuç olarak;

-Birçok ruhsal hastalık kadınlarda erkeklerden fazla görünmektedir. Her 4-5 kadından biri yaşamı boyunca en az bir defa majör depresyon geçirmekte ve majör depresyon geçirenlerin yarıya yakınında hastalık kronikleşmektedir.

- Kadınların ruh sağlığını etkileyen sosyal faktörlerin en başında şiddet ve yoksulluk bunlar dolayısıyla toplumsal cinsiyet eşitsizliği gelmektedir ve ülkemizin önemli bir sorunudur.

- Ülkemizde halen erkeklerin yanında ikinci sınıf konumda yer alan kadınların sosyal statülerinin yükseltilmesi için toplumsal cinsiyet eşitsizliği göstergelerini düzeltecek eylem planları hızla hazırlanmalı ve hazırlanan eylem planlarının hayata geçirilmesi için çaba harcanmalıdır.

Kadının adının ve kimliğinin görünür ve eşit kılındığı bir ülkede yaşamak için Türkiye Psikiyatri Derneği olarak bu 8 Mart’ta da alanımızla ilgili kadına yönelik her türlü şiddeti azaltmaya ve toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamaya yönelik tüm girişimlere bilimsel destek sağlama arzumuzu bir kez daha yineliyoruz.

 

Türkiye Psikiyatri Derneği Merkez Yönetim Kurulu adına

Doç.Dr. Ayşe Devrim Başterzi

Türkiye Psikiyatri Derneği Kadın Ruh Sağlığı Çalışma Birimi adına

Prof.Dr. Şahika Yüksel